Başka türlü çözülemez

Genetik kod sorunları çözülmedikten sonra, Kuştepe’nin ve TR’deki benzeri yerlerin sorunları asla çözülemez. İhtiyacın fazlasıyla para olsa da devlet destekleri olsa da teknolojik imkanlar olsa da eğitici personel ve tıp personelleri olsa da sorunlar asla çözülemez. Hırsızlık, arsızlık, fuhuş, kirlilik, hastalık, kavga, cahillik ortadan kaldırılamaz.

Devletin yapması gereken ilk iş, aklın ve ilmin gereği olarak, hukukun ve tıbbın gereği olarak, bu insanları derhal kısırlaştırmak… Bu insanlara, bundan daha merhametli bir müdahale yapmak, mümkün değil…

Böylelikle bu insanların çocukları/nesilleri olmayacak, böyle çileler çekmeyecekler ve kimseye de çok büyük çileler çektirmeyecekler.

Bunun yapılabilmesi için de ilk iş, içimizdeki Ermenistan’ın çökertilmesi… Kendilerine Ermeni denilen, köklerinin Çingene olduğunu bilen kesimler, Çingeneleri toplumda “Aslında sorunsuz, neşeli, geçimli insanlar” gibi kabullendirme ve onları hukuk dışı şekilde kollama mücadelesini terk etmeyecektir.

Çingeneler üzerinden kara para işleri de dahil olmak üzere suç kapsamındaki türlü işleri yaptırmak yolunu da terk etmeyeceklerdir. İçimizdeki Ermenistan da türlü yabancı ve Türk düşmanı unsurlar da Çingeneler üzerinden besleniyorlar.

Türkiye’de Çingenelik sorunu çözülse, TR’nin çözülemez gibi görülen devasa sorunlarının yarıdan çok fazlası hemen çözülür.

Şu videoyu çekip yayınlayan Mert Öztürk bile İzmir’li bir yarı Çingene… Günümüzde onlara “gizli Ermeni” de diyoruz. Kendilerini Ermeni/Hristiyan olarak görüyorlar ama köklerinin Çingenelik olduğunu bazıları biliyorlar, bazıları ise bilmiyorlar. Videosunun sonuna doğru konuşturduğu “Metin Dede” de Ermeni ve pisliğin teki…

TR’de Çingene mahallelerini MİT, böyle karakterler üzerinden de kontrolde tutuyor, besliyor, yönlendiriyor ve her türlü kara para, fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık, gasp ve diğer suç işlerinde kullanıyor. Tamamen ihanet ve kara para teşkilatı olan MİT de zaten tıka basa gizli Ermeni/Çingene dolu… TR’nin ceza evleri de Çingene dolu ve resmi kayıtlarda, değerlendirmelerde/istitatistiklerde Türk olarak görülüyorlar. Sonra birileri çıkıp “Her suç, her rezillik Türklerde” diyorlar. Bakıyorsunuz, bu şartlarda bunu diyebilenler de kendini Ermeni, Süryani, Rum, Yahudi zan eden Çingene kişiler çıkıyorlar.

İblis’in, dünya insanlığına karşı elindeki en büyük kartlardan biri Çingeneler…

Buna rağmen, ırkçılık yapılmamalı, Çingeneler sınıflandırılmalı ve sayıca az da olsalar da sakin, kendi halinde, zararsız, suç işlemeyen Çingenelere haksızlık yapılmamalı. Çingene çocukları da olsalar, çocuk olan kimseye eziyet edilmemeli, zarar verilmemeli.

Lakin şu beladan artık TR temizlenmeli, kurtulmalı…

Mübadelede Türk kabul edilerek Yunanistan’dan TR’ye getirilen Çingenelerin devam eden soyları tespit edilerek, tekrar topluca Yunanistan’a gönderilmeli. Tek hamlede hepsi vatandaşlıktan çıkartılmalı. O gün terör de biter, mafyalar da çöker, sanat camiası denilen ve halkı kasten namussuzlaştırmak, dinsizleştirmek isteyen teşkilat da çöker. Daha pek çok ciddi sorun da çözülür. TR’nin çözemeyeceği sorunu yok, yeter ki içimizdeki kriptolar çökertilsin, devletin kurumlarından temizlesin ve her meseleye karışmaları önlensin.

Ben bu devletin ceza evlerinde kaldım, tıka basa mahkum doluydu, mahkumların aralarında gerçek Türklere denk gelmek pek mümkün değildi.

Çoğunlukla Çingene, Kürt, Ermeni, Sabetaycı, Rum, Laz mahkumlar doluydu.

İlk defa ceza evine alındığımda sadece 20 gün yattım ve sonra çıktım. Hiç muhatap olmadığım infaz memurları, zaten benim farklı olduğumu anlamışlar, kendi aralarında konuşmuşlar, çıkışta bunu anladım, öğrendim.

Tahliye olacakken beni çevirdiler ve sordular. “Senin dosyana baktık biz, bir şey yok. İlk defa da içeri girdin, şimdi çıkıyorsun. Hani bize devlet diyor ya ıslah olmak, yeniden topluma kazandırılmak, bu sence mümkün mü? Bu gördüğün kişiler ıslah olurlar mu?” dedi.

Beni çoktan bir sandalyeye kibarca oturtmuşlar, çevreme yarım çembere yakın şekilde kendi sandalyelerini koymuş ve onlar da oturmuşlardı.

“Ben, kısa sürede buradan çıkacağıma emin olmasaydım, kesinlikle burada bir değil birkaç suç işlerdim. Bunlara tahammül edemez ve anladıkları dilden konuşurdum. Çıkacağımı bildiğim halde bile aşırı zorlandım. Neredeyse daha fazla tahammül edemeyecek ve patlayacaktım. Bunların bir daha insana dönüşmesi ihtimali sıfır. Aralarında, insan kalmışların oranı belki yüzde bir ya da ikidir.” dedim.

Soruyu soran infaz memuru, o kadar içten, candan odaklanmıştı ki değerlendirmelerime, ben sözlerimi bitirdiğim gibi yerinde duramadı, ayağa kalktı ve arkadaşlarına “İşte gördünüz mü?” dedi.

Ben o ceza evine apar topar konulmuştum, yazdığım yazılardan dolayı ceza evine konulmak, aklımdan bile geçmezdi. Ceza evine konulma kısmında, girişte çok iyi muamale görmüştüm. “İyi olan birkaç infaz memuruna denk geldim” galiba demiştim.

Tahliye olacakken ise aynı kısımda daha uzun süre geçti, evrakları tamamlıyorlardı. Koridordaydım, önümden sürekli infaz memurları geçiyordu. Geçtikçe şaşırıyordum. Az sonra içimden “Bu nasıl olur, bu kadroyu kim seçmiş? Kesinlikle insan tanıyan birileri özenle seçmiş. Bu kişilerin hepsi seçmece ve kodları düzgün, davranışları düzgün, çok iyi kişiler” dedim.

İçimden bunu dediğim gibi de başka bir infaz memuru geldi. Onu da hemen süzdüm, o tam tersineydi ve yaşı da vardı. Birkaç dakika bulunduğum yerdeki masada evrak işleri yaptı, uzunca süzdüm ve emin oldum ki kendini orada azınlık, ezik görüyordu. O ceza evi ona ve onun gibilere kalsa, her şey çok başka olurdu. Orada insanlıktan iz bulunamazdı.

Daha sonra, yine yazdığım yazılardan dolayı, yine gizli Ermeni/Çingene savcılar ve hakimlerin ihanetleriyle ve tamamen haksız/hukuksuz şekilde cezalar aldım. Ümraniye’de, hırsızların, dolandırıcıların konulduğu ceza evine konuldum. On buçuk ay kaldım ve o süre boyunca hep fark ettim ki hırsızların, dolandırıcıların en az yarısı şaşı gözlü, uzun boylu, ince omuzlu…

O ceza evinin bütün koğuşlarında kalmam mümkün değildi. Sadece iki koğuşunda kaldığım halde, o koğuşlarda ve koğuşlar harici ortak alanlarda denk geldiğim mahkumların en az yarısında göz kusurları vardı. Çoğu da şaşıydı. İnsan, bu tabloyu gözüyle görmese, yaşamasa belki inanamaz ama o kadar sık şaşılık vakası vardı.


20 seneye yakın yatmış, hala benimle aynı koğuşta ceza evinde ceza yatmakta olan ve yaşı 64 olan bir mahkumu, herkesten daha çok ve aylar boyunca uzun uzun inceledim, analiz ettim.

Kalpazanlık da yapmış. Suçları türlü türlü… Arada birkaç kez çıkmış, yeniden suçlara devam etmiş, yine yatıyordu. Bilinenin haricinde bir çocuğu daha varmış ki sadece bir kere, bebekken görmüş. Ne o kadın, ne o çocuk, bir dakika bile kendisinde vicdan azabına sebep olmamış. Bunları anlatırken bile gülüyordu. Kadını, çocukla birlikte sınır dış etmişler, Azerbaycan’a geri göndermişler ve kendisi için mevzu orada bitmiş. Hepsi bu… Bitmiş, o kadar. Bilinen çocuklarıyla da kedi-köpek gibi didişiyorlardı, görüşmelerde yaşadıklarını bile içeride herkese anlatıyordu.

Böyle bir hayat yaşamış, defalarca ceza evinde yatmış ama insanlık dışı işleri bitmemiş. Bir gün koğuşun avlusunda şeytani bir tarzda gülerken “Biz miyiz suçlu, asıl onlar ahmak” diyordu. Sahte paralar ile kandırdığı ve canlarını yaktığı insanları kastediyordu.

İşine gelince, “Ben bunca sene yattım içeride, senin gibi birini görmedim. Seninle bir ömür ceza yatarım” diyordu. İşine gelmeyince, koğuşta da yapmak istediği üçkağıtlarına, suç kapsamındaki işlerine meydan vermediğimde de gıyabımda diğer mahkumlara “Bunu kesmek lazım” diyordu. Dediği kişi de benden hiçbir yanlış tavır görmemiş olduğu halde, onu tasdik ediyordu. “Evet, kesmek lazım” diyordu. Bunlar için, yanlışı olmayan bir adam olmak, hayat hakkı bile verilmemesi gereken bir vahim suç haliyle yaşamak demek… İş tersine dönmüş bunlarda ve körler memleketinde görmek hastalık sayılırmış.


On buçuk ay içinde, insana benzeyen sadece üç beş kişi gördüm. Biri de Çingene/Roman bir gençti. Ben, bir asır gibi gelen bir buçuk aylık bir sürecin sonunda, herhangi bir suça bulaşmadan, başımı yakmadan ama bin dereden su getirerek bulunduğum koğuşu patlatmıştım. Bu yaptığıma içeride “koğuş patlatmak” diyorlar.

Koğuş büyük oranda dağıtılmıştı, başka koğuşlara… Ceza evi idaresi eminim ki o güne lanet etti. Çünkü, onların aksi yöndeki bütün çabalarına hatta sık sık açıkça suç işlemelerine rağmen, ben o koğuştan hem çıktım, hem de kavgalara karışmadan, başımı yakmadan çıktım.

Sonra ikinci bir koğuşa kondum. Öncelikle, ömrümde hiç sigara bile içmedim, içilen yerlerde de pek durmadım. Sırf bana inat, bütün itrazlarıma rağmen ikinci defa beni sigara içilen koğuşa koydular.

İçeri girdim, bir dakika bile geçmeden anladım ki daha da beter bir koğuştayım. Kasten, daha da kötü haldeki bir koğuşa konmuştum. “Orada başını yakamadık, sana suçlar işletemedik. Nasıl yapabildiğini de anlamadık ama sabır ettin, oyununu oynadın ve koğuşu dağıtmak zorunda kaldık. Haydi seni şimdi burada görelim” demiş gibilerdi…

Zemin katın kapalı kısmında birkaç mahkum vardı, selam verdim ve sonra avluya doğru yürüdüm. Daracık avluda sekiz on kişi voleybol oynuyorlardı. İçlerinden kısa boylu, fazlasıyla zayıf, teni fazlasıyla soluk biri dikkatimi çekti. Yaşı vardı, ağabey hatta amca diyorlardı bazı mahkumlar ona… Birkaç saniye onu süzdüm ve “Bu, çok pislik bir kişi, çok tehlikeli bir kişi, kapkara bir kişi” dedim içimden…

Sonra oyunları bitti. Onlarla da usul gereği tanıştım. Sordukları sorular oldu, cevapladım. Sonra kalabalık biraz dağılır gibi oldu. O Çingene genci iyice fark ettim. Hemen anlaşılıyordu beden dilinden bile, kötü biri olmadığı…

Bir döndü baktı bana, sanki yıllardır tanıyormuş ve güveniyormuş gibi tavırlarla yanaştı. Hemen hasbihal etmek etmek istedi. Çok dolmuş olduğu anlaşılıyordu. Beş dakika bile geçmemişti ki anladım o koğuşta kaldığı için çok ama çok aşırı bunaldığını, koğuşta insanlık görmediğini, bulamadığını…

Bir oradan, bir buradan anlatıyordu. Hemen sözü, koğuşu değiştirmek istediğine ama idarenin kendisinin bu talebini defalarca ret ettiğine getirdi.

Daha o koğuşa konulduğumun üzerinden 24 saatten biraz fazla zaman geçmişti ki gece vakti ortalık karıştı. Koptu bir gürültü ama öyle, böyle değil. Zemin katta değil, koğuşun üst katındaki yatakhane kısmında koptu o gürültü. Anladım ki kavga çıktı.

Yatış saati gelmişti. Mahkumların bir kısmı üst kata birkaç dakika önce çıkmıştı. Sistem değişikti. Eski mahkumlar yataklarına gidip yatıyor, ben dahil yeni mahkumlar ise sabaha kadar masada, sandalyede oturuyor, sonra sabah sayımdan sonra, eski mahkumların yataklarına en fazla 3-4 saat yatabiliyorduk. 8 kişilik koğuşta 38 kişi kalmaya zorlanıyorduk, güya mahkumları ıslah etmeye odaklanmış olan sistem tarafından…

İşte biz yeni mahkumlar ve birkaç eski mahkum aşağıda iken, yukarıda kavga çıktı. Hemen merdivenler koştum baktım ki o delikanlı Çingene gencin, bir kişi kollarını arkaya çekmiş tutuyor, diğeri o gence kafa atıyor. Bir başkası yüzünün sol yanına yumrukları saydırıyor. Diğeri ise neresine denk gelirse vuruyordu. Peş peşe vuruyorlar, çok sert dövüyorlardı. O halde bile onlardan birine kafa attı, sağlam darbe vurdu o genç… Ne döndüğünü ve kimin haklı olduğunu anlamam 30 saniyemi bile almadı.

O Çingene genç haklıydı. Zaten üç beş dakikada bile fark edilebilecek kadar dürüsttü, samimiydi, içten/candan biriydi ve bu nedenle o koğuşa uyum sağlayamıyordu. Çünkü koğuşta insanlıktan eser yoktu ve bunun böyle olmasını en başta ceza evi idaresi istiyordu. Koğuşlarda birileri çıksın, gruplaşsın, keyfine göre hüküm sürsün, bastırsın koğuşu ve idare koğuşlarla uğraşmasın… Bu nedenle, kanuni izin olmadığı halde bile koğuş mümessili/temsilcisi sistemini işletiyordu. Zaten mümessil olanlar, yanlarına üç beş kişi daha alıp koğuşlarda adeta krallıklarını ilan ediyorlardı.

Neyse.. O arada bağırışmalardan hemen anladım meseleyi… O Çingene genç haklı, o kapkara suratlı, kısa boylu ve cılız ihtiyar herif haksız. O ihtiyar “Bu yaşımda bana attığı iftiraya bak” diye ağlıyordu. Hatta bir ara da kendisini tutanlara rağmen bayılacak gibi oldu. Ben ise, o gencin gözlerimin önünde ve haksız şekilde dayak yemesine yanıyordum. Her şey çok hızlı oldu, yaşandı. Yine de müdahale edecektim ama neyin ne olduğunu ispat edebilecek şartlarda değildim. Yaklaşık bir gün önce başka bir koğuşu patlarak oraya gönderilmiştim. İdare, hastahane/rapor kartı oynayabilmek için ille de bir kavgaya karışmamı istiyordu. Suçişleri Bakanı Soysuz ve çetesi, bunu çok istiyorlardı. Destek olamadım o gence…


O genci iyice dövdüler, ağzını yüzünü dağıttılar. Fimlerde görülebilecek sahnelerin aynıları oluştu ve her bir yandan vurdular. Sonra da aşağıya indiler, zile basıp infaz memurlarını çağırdılar. Baş belası biri imiş gibi o genci onlara teslim ettiler.

Ben iyice şaşırdım. Ben elimi kaldırıp bir kişiye hem de nispeten çok hafif bir şekilde vursaydım, hem de haklı olarak vursaydım, başıma gelmeyen resmi prosedür kalmayacaktı. Bu eşkıya takımına hiçbir şey olmadı. Kurallar gereği, kavganın ikinci tarafını, o ihtiyar pisliği de koğuştan aldı infaz memurları.


Kavga sırasında o Çingene genç “Yatmış oraya, bana baka baka kendini eliyle tatmin ediyor” diyordu. Çok sinirliydi, ihtiyarın sapığın teki olduğunu anlatmaya çabalıyordu ama kimse onu dinlemiyordu. Ben zaten koğuşa girdiğimden az sonra, yüzüne bakarak, en fazla beş saniyede anlamıştım. O kadar pislik bir herifti…

Memurlar, kavgaya karışan iki kişiyi de koğuştan çıkarttıktan sonra… Koğuş içinde konuşmakta olan iki mahkumun tavırlarından, ortaya konuşmalarından ben iyice anlamıştım, o ihtiyarın cinsi sapık bir pislik olduğunu… Onlar da açıkça konuşamıyorlardı. Biri sadece kısık sesle “Çocuk haklı olabilir” dedi. Belli ki bildiği bir şeyler vardı. Onu da anlatmadı, zaten kimse dinlemek istemiyordu. Herkes neyin ne olduğunun zaten farkındaydı ama şeytanlaşmışlar ve numaralarını oynuyorlardı. Çingene gence vururken de çok delikanlı, adaletli, hassasiyet sahibi kişi rolü oynuyorlardı.

Sabah oldu, haberler gelmeye başladı. “Şöyle olmuş, böyle yapmışlar. Başka koğuşa konulmuşlar” diye konuşuyorlardı. Galiba ondan üç gün sonra yeni yeni haberler geldi. Koğuş mümessili Volkan Ç.’ye haberler geldi, o da koğuş içinde bir kısmını söylemek zorunda kaldı.

O ihtiyar daha önceki koğuşlarında da böyle sapıklıklar yapmış, çoktan adı çıkmış, idare bu hali gizliyormuş, o koğuştan şu koğuşa onu sevk ederek oyalanıyormuş. Devlet uğraşıyor, memur uğraşıyor, mahkum uğraşıyor, vatandaş vergi yüküyle bunları taşıyor. Sırtındaki kambur artıyor. Devlet gücü ile, hayatın her yerinde ve anında, suçlular, şeytanlaşmış olanlar kollanıyor. Masumlar, iyi niyetliler ise eziliyor, sürülüyor, intihara sürükleniyor, akıl hastahanelerine düşürülüyor.


Sonra ben düşündüm. Müdahale etmediğime içim çok sıkılıyordu. O genç gönderilmiş olsa bile, arkasından o koğuştakilere hesap sorardım. Bir yandan da o ceza evinden çıkmam lazımdı, bu imtihanların da geçilmesi lazımdı. O Çingene gencin bu hadiseyi yaşamasında da hikmetler olduğunu, ancak bu şekilde böyle bir koğuştan kurtulabildiğini düşündüm. “Sıra sende, burada nasıl duracaksın bakalım” dedim kendi kendime…

O koğuştaki onlarca insan şeytanıyla ki bir konuşsanız onlarla, hepsi de kendilerini alemin en kral adamları görüyorlar, yaklaşık sekiz ay o koğuşta kaldım. Neler neler yaşandı, nasıl mücadeleler verdildi, Kısım kısım anlatılsa, kitap olur, okuyanları da çok sarsar. İnsanın, dinsiz, namussuz, utanmaz olunca nasıl bir vahşi varlığa dönüştüğünü herkes anlar. Haram yiyenin nasıl da haramiye dönüştüğünü ve idam cezasının milletler için ne kadar büyük bir rahmet olduğunu, herkes anlar.

Sonunda, birinci koğuş gibi ikinci koğuşu da patlattım. Lakin bu defa, dağıtılanlardan, başka koğuşa gönderilenlerden de olmadım. O şartlarda bu kadarını yapabilmem , oyunu bu kadar iyi oynayabilmem de mümkün değildi. Himmetlerle mümkün oldu. Bazı şeyler denk getirildi. Planladıkları akış bozuldu. Bir gün gelir detaylı anlatırım. O ceza evinin birinci ve ikinci müdürü ki ikisi de gizli Ermeni kişilerdi, o gün kahrolmuşlardır. Haberi yukarı ulaştırdıklarında, o Soysuz da Tayyip de Bohçalı da Mehmet Haberal da kahrolmuşlardır.

O delikanlı gence ne oldu bilmiyorum. Lakin onu insandan saymayarak acımasızca ezenler, dövenler, sövenler var ya, onlara hiçbir şey olmadı. İkinci haftası oldu, duramadım ve koğuşta onların yüzlerine “Ben anlamadım. Bir kişiyi böyle dövdünüz, paketlediniz, kapıya verdiniz ve sonra hiçbirinize bir şey olmadı. Disiplin cezası bile almadınız. Çok ilginç” dedim. Beklemiyorlardı bu tavrı, lakin beni ezemiyolardı. Derin bir sessizlik oldu… Şükür ki öyle zayıf, güçsüz görebilecekleri fiziki şartlarda değildim. Yoksa derdim çok daha büyüktü. Bir de bu insan şeytanlarına hak ettikleri muameleyi yapamıyorum diye, gündüzleri koğuşun avlusunun o çok sağlam beton duvarlarını yumrukluyordum. Küçük yaşlardan beri, betonlarla yumruk çalışmışlığım vardı. Spor yaparken, gayet sakin olduğum anlarda, onlarca sert yumruğum beton duvarlara peş peşe çarptıkça, elime koluma hiç ama hiç zarar gelmedikçe, herkes zaten mesajımı alıyordu. Bu da benim için bir emniyet vesilesi oluyordu. Duramayıp da açıkça “Hocam! Sen çok tehlikeli birisin. Vallahi gördüm seni, çok kötü” diyenler oluyordu. Lakin asıl emniyet vesilesi, hukuk bilmem, kanunları işletmeye çalışmam oluyordu. Sonunda idare de o dilekçeler ve hukuki tehditler karşısında istemeye istemeye ayara girmek zorunda kalıyordu.

Ya o Çingene genç? Ya patlattığım ilk koğuşta, bana yapılmak istenen muamelelerin daha önce yapıldığı ve sonunda intihar eden genç? Onların suç neydi? Hukuk, siyaset bilmemek mi? Başlarında devlet yok muydu? Yetkililer yok muydu? İlk koğuşun mümessili ile yardımcısı, çetesinden Murat isimli kişiyle, bağıra bağıra, bana mesaj verdikleri anlaşılacak şekilde o kişiyi, nasıl intihar ettiğini konuşuyorlardı. Elbette ki gülüyorlardı. Bunların üzülmesini beklemek, kayaların yeşerip filizlenmesini beklemek kadar boşuna bir bekleyiş olur. Bu millet, vergileri ile bu pislikleri bundan sonra beslememeli… Devletin her kurumundan ve ayrıca ceza evlerinden gizli Ermeni kadrolar temizlenmeli. Bu ülkede bir daha asla af çıkmamalı. Şu sıralarda genel ya da kapsamlı af çıkartmayı düşünen ve iktidarı ihanetle, kanunsuzlukla ele geçirmiş olan gizli Ermenilere de meydan verilmemeli. Bu ülkede, af çıkmasını istemek, idamlık suç olmalı. Yazık o mahkumların eşlerine, çocuklarına, annelerine, babalarına, komşularına…

Oranı yüzde bir midir, üç müdür neyse, hala insan kalmış ve ıslah olma ihtimali olan kişiler tek tek belirlenmeli. Onların ıslahı için mücadele edilmeli, emek verilmeli, masraf edilmeli. Islah olduğuna kanaat edilenler ise af edilmeli. Diğer türlüsü, insanlığa ihanet denilebilecek kadar ağır bir suç görülmeli.

Akademi Dergisi | Mehmet Fahri Sertkaya

Exit mobile version