Kimsenin hayal dünyasına atom bombaları atmak ve kendilerini kandırdıkları o hallerden onları aniden ve aşırı sarsarak uyandırmak istemiyorum ama şunca yalana ve ihanete de kayıtsız kalınamaz.
Çanakkale’de, Yemen’de, Balkanlarda, Kafkasyada ve Kurtuluş savaşı sırasında o askerlerimiz hatta yer yer kadınlarımız, çocuklarımız ve ihtiyar olanlarımız, asla cumhuriyet, laiklik, demokrasi, Kamalizm için savaşmadılar. Ayrıca kısa süre sonra estirilecek dinsizleştirme, namussuzlaştırma, çıplaklaştırma, kız erkek karma tahsil sistemi ve ayrıca İslami kanunların değiştirilmesi hedefleri için savaşmadılar, can vermediler, şehit olmadılar.
Halkın onayı bile alınmadan alfabe değiştirilsin, medreseler ve Kur’an kursları kapatılsın diye ve başörtüsü dahi yasaklansın diye savaşmadılar. İstiklal mahkemeleri kurulsun ve memleket genelinde son kalmış müderrisleri, din alimlerini önce asarak sonra güya yargılasın diye de savaşmadılar. Osmanlıdan kalan hazineler, altınlar Londra’ya gönderilsin diye de savaşmadılar. Memleketin en güzel topraklarına gizli Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, masonlar yerleştirilsin diye de savaşmadılar.
Halkın kılık kıyafeti zorla, baskıyla değiştirilsin diye savaşmadılar. Halkın dinine ve şanlı tarihine devletin resmi müfredatında yalanlarla iftiralarla ve açıkça ve tekrarla sövülsün diye de savaşmadılar. Halkın gerçek tarihi gizlensin ve yalan/uydurma bir tarih devlet eliyle bile dayatılsın diye de savaşmadılar. “Adıtürk bir ilahtır” şiirleri okunsun, ezan aslı olan Arapça’dan bozulsun diye de savaşmadılar. Çankaya köşkü meşhur ve muteber bir kerhaneye dönsün diye de savaşmadılar. Devletin sözde cumhurbaşkanı “Din ve namus telakkisini ortadan kaldırmalıyız. Bunun için önce CHP’yi din ve namus telakkisinden arınmış insanlarla doldurmalıyız” desin diye de savaşmadılar. Bunların tamamen aksi olsun diye savaştılar.
Bunların ve benzeri şeylerin hiçbirini halk istemedi, hedeflemedi, aklından bile geçirmedi. Londra piyonları/casusları için tek bir adım bile atmadılar. Devlet mekanizmasının her yerine sızmış olan gizli Ermenileri, gizli Yahudileri ve masonları hala Türk, hala müslüman zan ediyorlardı.
Lafınızı bilin! Ne dediğinizi bilin ve yalan söylemeyin, yazmayın. Ya da kendinizi kandırıyorsanız, kandırmayın. Medeni insanlar olun, gerçeklere sadık olun.
Son süreçte o kadar çok cephede milyonlarca kayıp vermiş olmasaydı bu millet, adıtürk dediğiniz gizli Yahudi, mason, İngiltere casusu haine ve çetesine karşı da silah kullanır, harp ederdi. Devlet eliyle yapmak istediği dinsizleştirmeye, namussuzlaştırmaya ve asimilasyona itaat etmezdi. “Sen kimsin, ne halt etmeye çalışıyorsun?” derdi. “Biz vatanımızı, devletimizi, namusumuzu muhafaza için bu kadar bedel ödedik, bu kadar savaştık, bu kadar şehit verdik. Sen şimdi bizim devlet gücümüzle namusumuza ve dinimize ve tarihimize bile nasıl kastediyorsun? Alimlerimize, çocuklarımıza ve kadınlarımıza bile nasıl kastediyorsun?” derlerdi.
Aynı askerler, aynı kadınlar, aynı ihtiyarlar silah kaldırıp ata diye dayattığınız azılı Türk ve İslam düşmanı, azılı namussuz ve hain kişiye ve devlet sistemi içinde ona itaat eden her ama her kese, askere ve polise karşı da savaşırlardı. Olması gereken, hukuka uygun olan, milli güvenliğin gereği olan, namusu ve vatanı korumanın gereği olan da buydu zaten ama organize halde yapamadılar. Çok kayıplar verilmişti, çok feci şartlar içindelerdi.
Yine de memleketimizin elde kalmış toprakları içinden eli silah tutanlar, dili laf yapanlar küçük gruplar halinde ya da şahsi olarak mücadele ettiler. Hatta 1. Mecliste bazı vekiller korkusuzca gerçek Türk ve İslam değerlerini muhafaza etmek istediler, atanıza ve çetesine “Siz gerçekte kimsiniz? Kime hizmet ediyorsunuz? Neden milletler arası anlaşmaların gerçek maddelerini bile şu halktan hatta şu meclisten bile gizliyorsunuz?” dediler ve gerçekten vatanseverlik sergilediler. İhanetlere mani olmak istediler. Hepsi öldürüldüler. Bütün bu hususların her kısmının her türlü şüpheden uzak somut delilleri var. Ne hakla görmezden geliyor ve bir adım daha ileri gidip bir de aksini savunuyorsunuz? Bu ne küstahlık ve buna rağmen kendinizi nasıl oluyor da çağdaş/medeni, aydınlanmış bir kesim olarak tanıtıyorsunuz?
Saltanatın kaldırılması, hilafetin kaldırılması, şer’i mahkemelerin kaldırılması, cumhuriyetin ilanı bile hukuka uygun şartlarda yapılmadı. En mühim kararlar alınırken bile vekiller ya öldürülüyor ya da kapılarına polis/asker konularak evlerinden çıkmaları engeleniyordu. Yine de sonuç alamadılarında atanız “Artık bazı kelleler kesilecektir” diyordu. Sadece vekiller değil, ordu içinde tehdit gördükleri vatansever subaylar da öldürülüyordu. Atanız ve çetesi her safhada İngiltere büyükelçisine danışıyor ve ona güveniyordu.
Şimdi söyleyin, ya siz kimsiniz? Kimlerdensiniz? Ya sizin maksadınız ne? Bunları nasıl olur da görmezden gelerek hala bu devleti ve milleti İngiltere sömürgesi halinde tutmak istersiniz ve bunun mücadelesini verdiğiniz güne güya bayram dersiniz? Bu kadarı gaflet mi, dalalet mi yoksa ihanet mi? Hatta organize halde ihanet mi?
Kanla kurduğunuz bir ihanet rejimini, çoktan yıktığımız Londra dayatması bir sömürge rejimini, yalanlarla ve ihanetlerle müdafaa edemezsiniz. Kandırılmışsanız, işte 15 yıllık çalışmalar, yayınlar, ispatlar ve aldığımız mesafe… İşte en güvendiğiniz yalancı tarihçileriniz bile nasıl bizden kaçıyor, hepsi gözler önünde… Ya aksini ispat edin ya da medeni insanlar olarak hakikatleri kabul edin.
Ya da sesinizi kesin, kafanız kesilmeden önce…
Yetti sizin yalanlarınız, dayatmalarınız, piyonluklarınız, ihanetleriniz, pislikleriniz, peşkeşleriniz, hırsızlıklarınız, yolsuzluklarınız, kara paracılığınız, mafyalarınız, çeteleriniz, sözde aydın insanlarınız, cahilce rejiminiz, oradan buradan çalıntı kanunlarınız ve sisteminiz… Bunların hiçbirini kabul etmiyoruz ve etmeyeceğiz. Gerekiyorsa gerçek bir kurtuluş savaşı vereceğiz, hainliklerinize de son vereceğiz ve ülkemizi gerçek hürriyetine ulaştıracağız.
Nelere sebep olduğunuza bir bakın. Yüz yıldır şu ülke ve millet ne halde bir bakın, evvela insansanız, insan olarak bir utanın… Kendi kesiminizden olan insanların ve bilhassa kadınlarla gençlerin hallerine de bir bakın. Çağdaşlık dediğiniz şeye “hayat/yaşamak” bile denemiyor.
Yüksek okulda bile “İnkılap tarihi” denilen dersi koymuşlardı müfredata…
Alkolik, gündüzleri bile tam ayık gezmeyen, ileri yaşına rağmen gözü kızların, kadınların peşinde olan, konuşurken ağzından tükürükler saçan insan müsveddesi biri giriyordu derse…
Göçmen tipliydi, Türke de hiç benzemiyordu.
Yalanları tarih diye, çağdaşlık diye anlattıkça anlatıyordu. Bir gün yine onun dersindeydik. Aynı şekilde palavralar anlatıyordu. Ben artık dayanamadım, söz hakkı istedim, verdi.
“Hocam! Adıtürk dediğiniz kişi, şu anlattığınız gibi çok halkçı, çok demokrat bir adam idiyse, halkın pek çok değerini değiştirirken hatta alfabesini bile değiştirirken halka sordu mu?” dedim.
Gayet sakin ve medeni bir şekilde sordum. Sesim bile yükselmedi. Herif kilitlendi kaldı. “Sordu, sormaz mı, hep halkı ile istişare etti, halkın tercihlerini dikkate aldı. Gerçek bir demokrattı ve hiçbir zaman hukukun dışına da çıkmadı.” diyebilir mi, mümkün mü bu?
“Kes sesini, otur yerine. Terbiyesiz” dedi. Evet, sadece bunu dedi. Benden aynı seviyesizlikle karşılıklar bekledi, vermedim. Sessiz kaldım ama içimde atom bombası taşıyor gibiydim ve patlamaması için kendimi zor tutuyordum. O kadar rezilce, adice bir karşılık vermişti.
Tam o sıralarda, bir dakika bile geçmeden zil çaldı. Ders bitti, tam yerine denk geldi o zil. Çünkü herif kilitlenmişti, dikkate alınır hiçbir şey diyemiyordu.
O gün boyunca benim sınıfımdan olan olmayan çok sayıda öğrenci yanıma gelerek beni tebrik etmişlerdi. Tuhaf ki bunu açıkça yapamıyorlardı. Bunu yaptıkları için bile başlarına bir şey geleceği endişesi taşıyorlardı. Hep bastırılmışlardı, kendi ülkelerinde kendi fikirlerini hatta ispatlı gerçekleri, gerçek tarihi dillendiremiyorlardı.
Bir sonraki dersinde o sözde tarihçi herif de ezilmişti. Epeyi alttan aldı, hatta bana karşı mahcubiyetini de sergiledi, herkesin anlamasını sağladı. Lakin açıkça özür dilemedi. Ben de üzerine gitmedim, bir daha soru da sormadım.
Bizim de tarihi gerçekler olarak bildiğimiz şeylerin bazıları yalan çıktı, sahte çıktı ve çıkıyor.
Her seferinde her meselede samimi oluyoruz, medeni insanlar gibi tavırlar sergiliyoruz.
Yalanlar ispat edilmişse, doğru bildiklerimiz yalan çıkmışsa, inat etmeye ne hakkımız var. Öyle bir tavır bizi ne kadar çirkin bir hale düşürür.
İnsanız, aldanırız, hata ederiz. Aldatılmışsak, bu bizim suçumuz da değil. İşte Ayasofya meselesinden sözde Fatih Sultan Mehmet meselesine, oradan cemaatimizin başındaki alçaklara kadar neleri neleri çözdük, anladık ve kimse bize doğruları göstermediği halde biz doğruların peşindeydik, o doğruları bulduk. Bulduktan sonra her seferinde çok ama çok sarsıldık ve sonra da doğruları kabullendik. Yetmedi, vazifemiz bilerek herkesi bu hususlarda da ikaz etmeye ve bilgilendirmeye başladık. Samimi olamayanların, sarsılınca nefsine uyanların hatta çirkin karşılıklar verenlerin bütün seviyesizliklerine ve tepkilerine rağmen de susmadık, o sarsıcı ve acı gerçekleri anlatmaya devam ediyoruz.
Her kesimden her insanın böyle medeni duruşu olsa, bu dünyada sorun diye bir şey kalmaz. Her şey çok kısa sürede ve kolayca düzeltilir.
Farklı inanç ve düşüncelere sahip insanlar da birbirleriyle medenice anlaşırlar.
Hiçbir insanın, kesinlikle ispat edilmiş bir hususta, kanıtları, delilleri görmezden gelerek aksini savunma hakkı yok. Bunu yapabilenin, bunu yaparken bir de karşı tarafın üstüne çıkmaya, onu ezmeye çabalayanın hala insan kalıp kalmamış olduğu sorgulanır.
İş oraya kadar gidince savaş kaçınılmaz olur, insanlıktan çıkmış güruhlar kırılıp geçilir. Yoksa onların vereceği eziyetler, sıkıntılar, maddi ve manevi zararlar çekilmez, dayanılamaz seviyede olur. Haklı ve isabetli olan tarafın mensubu olan kişiler arasında sık sık akıl sorunları ve intihar vakaları bile görülür. İnsanların şeytanlaşması her devirde görülür ve şeytanlaşanlar iyi insanların hayatlarını cehenneme çevirirler.
Savaşlar insanlık alemi için çok ama çok büyük şifadır, ilaçtır, rahmettir. Biriyle bile uğraşılamayan insan şeytanlarının on binlercesi, yüz binlercesi eş zamanlı olarak ve kısa sürede öldürülür. Alem huzur bulur.
Şu rüyayı hatırlatmam gerekiyor.
Rüyanın şu kısmı yaşanıyor hatta o kısmının sonundayız:
“Kapıya gelince bir bakıyorum ki kapının diğer tarafında Sabetaycı gizli Yahudi hainlerin atası ve İngiliz casusu Kamal Adıtürk var. Karşıma geçmiş, oradan çıkmamı istemiyor ama güç de yetiremiyor. Yolumu cesurca kesemiyor. Çekinceli bir şekilde kesmeye teşebbüs ediyor. Bedenen zaten kısa boylu, çelimsiz olduğu gibi ayrıca hasta, takatsiz görünüyor.
Bana bir bakıyor, ağırlık/yetki hala kendisinde olan biri gibi davranmak istiyor. “İyice bitmiş bu, uğraşmaya, karşılık vermeye bile değmez” diyorum içimden ve bana göre sağ yandan, ona göre sol yandan geçip çıkıyorum o odadan.”
Tamamen ve açıkça tabir etmem hala mümkün değil, tabii akış bozulur ama en azından şu notları düşebilirim.
Üniversite, yurt, kurs, okul gibi yerler hep hükumet/siyaset, devlet işleridir. Oradan mezun olunmuşsa, artık o kişi devletin başıdır.
Resmen ilan edilmemişse bile yetki, güç ondadır, belki ufak tefek birkaç pürüz kalmıştır ama devlet neredeyse tamamen onun ana hatları ile ilerliyor, yönetiliyor demektir.
Mezun olan diğer kişilerden bir kişi bile ortada yok. Çünkü çoktan oyundan düşürülmüşler. Hepsi ahlaksız ve namussuz kişilermiş. Hükümleri bitmiş. Matematikteki tesirsiz eleman gibiler. Resmen varlar ama nasıl kullanılırsa kullanılsınlar tesir etmiyorlar, edemiyorlar.
Sadece diploma değil, ayrıca asa alıyorum asa…
Bunun ne demek olduğunu tabir etmeye bile gerek yok. Herkes kolayca çözebilecektir.
Bunu gören biri mani olmak istiyor. O kişi Adıtürk… Adıtürk bu rüyada Adıtürkçü kesimi temsil ediyor.
Son bir manevra yapıyorlar, kapının önünü engellemek istiyorlar. Geçmeme mani olmak istiyorlar ama bunu yaparken kendileri bile bunu başaracaklarına inanmıyorlar ve gereğince restleşemiyorlar. Üstelik ne kadar güçsüz, hasta, çaresiz, imkansız şartlarda olduklarını da gizleyemiyorlar.
Ben, bu hallerini görüyorum, biliyorum ve bunları aslında umursamıyorum. Çatışmaya girmiyorum, ciddi karşılıklar bile vermiyorum ve yanlarından geçip yoluma bakıyorum.
Yani son günlerde yaşanan süreç bu kısım…
Güya cumhuriyet kutluyorlar, güya Adıtürk vurguları yapıyorlar. Bunu bile korkarak, inanmayarak, çekinerek ve çok zayıf tonda yapabiliyorlar. Ben ise “Bunlar zaten yıkıldı, kuru gürültü çıkartıyorlar ve onu bile başaramıyorlar” diyerek geçip gidiyorum
Hemen sonrasında kendimi güzel bir gündüz vaktinde, güzel bir havada, asfalt yolda yürürken görüyorum.
O Emin kim Emin? Yüzbaşıoğlu mu, başka bir kişi mi?
Üniversiteden mezun olmuşum. Üstelik ahlakını ve dinini koruyarak bunu yapabilmek imkansız gibiymiş ama yapmışım. Bunu bir tek ben yapabilmişim. Yetmemiş, diplomamı/karnemi de almışım. Yetmemiş karne, gazeteye dönüşmüş ve tarihi hadiseler haber olmuş o gazetede…
Yetmemiş bir de asa almışım. Yetmemiş bir de hiç takılmadan ve sorun yaşamadan kapıdan çıkabilmişim.
Bütün bunlar da yetmemiş ve iki kürek kemiğim arasından çıkan bakır teli boynumdaki yerine çıtçıt misali takmışım ve “İşte şimdi oldu” demişim.
Daha ne olsun?
Şu yayına tekrar bakmanızda da faydalar var.
Akademi Dergisi | Mehmet Fahri Sertkaya