(S.5)
Mübarek dinimizin nurlu yolu, insanları gerçek îmana, tevhide götüren îslâm hidayeti Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimiz’in hadîs-i şerifleriyle tesbit ve tâyin edilmiştir. Buna rağmen bu aziz dinin, her asırda bazı aşırı cereyanlar ve Bâtınî hareketlerin tesiri altında gerçek îmana ve esaslarına uymayan alana itildiği de müşahade edilmiştir. İslâm tarihi Haricîlerin, Müşebbihenin, Batınîlerin, Hurufîlerin, imamet fikri ile ortaya çıkanların ve benzerlerinin din adına îslâma yaptıkları zararlar ile doludur.
Bu aşırı ve yıkıcı ceryanların bir kısmı hakikatte siyasî guruplaşma hareketlerini daha tesirli kılabilmek için dinî bir görünüşle ortaya çıkmış, bir kısmı da Kitab’ın ve Sünnet’in savunucuları olarak görünmüşler, fakat îslâmın tevhid akidesini başka yönlere tevcihe çalışmışlardır. Bütün bu cereyanlar arasında Ehl-i Sünnet âlimleri İslâm’ın doğru yolunu müdafaa babında çalışmışlar, sayılamayacak kadar çok eserler bırakmışlardır.
(S.6)
Bu durumda, selef âlimlerinin yaptığı tevcih hareketine uyarak manevi durumumuzun huzura kavuşmasında, İslâm’ın gerçek hüviyetinin gösterilmesini Diyanet İşleri Başkanlığı ön görmüştür. Bu yönden, İslâm’a ve onun tevhit görüşüne zarar veren, itidalini kaybetmiş cereyanların ve maddeci akımların, dinî esaslara uymayan durumlariyle dine karşı olan görüşlerinin efkârı umumiyeye arzını ve bu meselelerde Müslümanları uyarmayı vazife bilmiştir. Bu hususda Misyonerlik, Komünizm, Batınîlik, Biberîlik ele alınacak, esas hüviyetleriyle ortaya konacaktır.
(S.6-7)
Bu risalemizde ise bu günlerde Müslümanların zihinlerini fazlasiyle işgal eden Nurculuk adı altındaki cereyan dinî bakımdan incelenerek mü’minlerin bu bapta tenvirine çalışılacaktır.
Said Nursî tarafından yazılan risaleleri ve hususiyle, talebelerinin kattıkları ifadeler, keramet, velayet ve Mehdî gibi îslâm âleminin mübarek kelimelerinin Said Nursî’ye isnadı, âyet-i kerimelerin tefsirinde mananın tahammül edemiyeceği tarzda batını ve indi manalar verilmeye çalışılması bunların dinî yönden tekrar ele alınmasını ve Nurculuğu gerçek Müslümanlık zannedenleri uyarmayı zaruri kılmıştır.
NUR RİSALELERİ HAKKINDA MÜŞAVERE KURULU KARARLARINDA BİLDİRİLENLER(S.7-9)
Nur Risaleleri, Said Nursî talebelerinin ilâveleri ve tekrarları ile meydana getirilmiş takriben 130 küsur eserden ibarettir. Bu risaleler hakkında daha önce Başkanlığımız Müşavere Kurulu üyeleri tarafından bilir kişi sıfatiyle ve yahut Kurulun mütalaası olarak bazı görüşler açıklanmıştır. Bu raporların hususiyle dinî yönden üzerinde durdukları meseleler şöyle hülâsa edilebilir:
1 — Ebcet hesabiyle ve tevafuklarla manalar verildiği, bunların Müslümanlık esaslarına göre dinî ve ilmî kıymeti olmadığı… (1948/323)
2 — Risâle-i Nûr’un ve müellifinin manevî işaretle müjdelendiği ve buna binaen vazife sahasında bulunduğu, muhalefetin doğru olmadığı muhabbetin ise Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazandıracak bir yol olduğu iddiası (1960/156)
3 — Nur Risalelerini toplu olarak okumak bir nevi hizipçilik olduğu (1960/203 no: )
4 — Risâle-i Nur’un dini mukaddesat okumak bir nevi mukaddesat arasına katılmak istendiği; yalnız Nurcular için dua yapılarak, Müslümanlar arasında bir zümre meydana getirildiği ve tefrikaya yol açıldığı (1962/5)
5 -Nurculuk propagandası yaptığı (1962/28)
6 — Said Nursî ve eserlerinin harikuladeliğinden ve kerametlerinden bahsolunduğu. indî teviller ve mübâlâğalı ifadeler kullanıldığı (1962/526)
7 — Said Nursî’nin ve eserlerinin harikuladeliği ve kerametleri hakkında indî teviller ve mübalâğalı ifadeler kullanıldığı (1962/538)
8 — Mübalâğalar, indî tevil ve mütalâalar (1962/547)
9 — Mübalâğalı indî tevil ve mütalâalar (1962/548)
10– Birtakım indî tevillerle hizipçiliğe müeddî oluşu (1963/506)
11 — Kur’ân-ı Kerîm’in harflerinden birtakım manalar istihracına kalkışmak gibi ulemanın ekserisince benimsenmiyen bir yol tutulduğu, Asa-yi Musa adlı eserinde bazı âyet ve kelâm-ı kibarı indî olarak tevil ederek bunların Risale-i Nûr’u tebşir ve teyid ettiği iddiası (1963/520)
12 — Nur Risalelerini Kur’ân-ı Kerîm’in manevî mucizesi olarak göstermesi iddiası (1963/572)
13 — Nur Risalelerinde Said Nursî’nin tasavvufla karışık şahsî görüşleri, mübalâğalı fikirler, indî teviller ve hurufilik (1963/669)
Hülâsa, Müşavere Kurulu’nün bazı kararlarında ana hararını verdiğimiz mes’elelerde mübalâğalı fikirler, indî teviller, hurûfîlik, nur risalelerini manevî mucize olarak gösterme, hizipçilik. Millet arasında tefrikaya sebep olma kerametler, selef ulemasının benimsemediği harflerden manalar çıkarma, Said Nursî’nin manevî işaretle müjdelendiği ve benzeri aşırı, sınırsız iddialar gerçektekten üzerinde durulması gerekli bir meseledir. Kararların müttefikan üzerinde durdukları noktalar ve Nur Risalelerindeki bu tutumun mahzurları Müslümanı tehlikeli sonuçlara götürür. Selefin itikât ve ilim görüşüne muhalif olan, yukarıda işaret edilen aşırı beyanlar Nur Risalelerinde sayısızdır. Şimdi bu hususta, tesbit ettiğimiz örnekler üzerinde duracağız.
NUR RİSALELERİNİN İLÂHÎ BİR İLHAMA DAYANDIĞI İDDİASI (S.11-12)
Nur risalelerinin baştanbaşa ilâhî bir ilhama dayandığı intibaı kısmen Said Nursî, bilhassa naşiri olan talebelerince halka telkin edilmek istenmiştir. Meselâ (îşaratu’1-icaz) kitabında (Arap harfleriyle teksir s. 281) nur talebelerinden Mehmed Kayalar :
«Risale-i Nur, Kuran’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’ânîdir. O halde Kur’an okundukça o da okunacaktır.» der. Halbuki İşaratu’1-icaz kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in tamamına şamil bir tefsir olmadığı gibi bu kitabın içindekilere Kur’ân-ı Kerîm derecesinde bir kudsiyet izafe olunması doğru değildir. Bu asırda en yüksek tefsir, denen bu kitap, Bakara sûresinin 31 âyetinin, tefsir ilmi usulüne uymayan indî bir görüşle yapılan bir açıklamasıdır. Diğer risalelerde de âyet-i kerîmelerden rastgele bazıları her hangi bir va’z risalesi halinde ele alınmıştır. Bu durumda nur risaleleri iddia edildiği gibi Kur’ân-ı Kerimin tefsiri değildir.
Meyve Risalesindeki Felâk sûresinin tefsiri, hurûfîlik usuliyle bir tevilden ibarettir. Bu da ötedenberi bilindiği gibi Fıkıh usulündeki tefsir kaide ve şartlarına ve bunca müfessirin (icma) mahiyetindeki görüş ve izahlarina uymaz. Meselâ, bu risalede (Felâk) sûresinin büyücülüğe temas eden 5 inci âyetinde: «Bu ayetin 1328 senesine tevafuk ettiği..» denilerek radyo ile yapılan siyasî telkine hamledilmesi aynı uygunsuz tevillerin bir örneğidir.
Zülfikar risalesinin hatimesinde, (Arap harfleriyle teksir, S. 4) «Risale-i Nur’un mescid ve mabedlerde, minber ve kürsilerde okunacağı» yazılmak suretiyle hiç bir dinî esere 14 asırdır verilmemiş olan imtiyaz bu esere kazandırılmak istenir. Bu şekilde hareket yani nur risalelerinin mescid ve mabedlerde cemaata okunmasının gerekliliği hakkındaki tavsiyeler, islâm dininin ibadet uygulamalarına ve formüllerine uymaz. Çünkü bu gibi yerlerde, okunacak ve manası anlatılacak kitap yalnız Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i şerifler olup, bunların nasıl okunacağı ve manasının açıklanacağı da sarih usûllere bağlanmış bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın emrinde Hz. Peygamber’in fiilinde olmayan bir işi ibâdet haline getirmek din yolunda gitmek isteyene yakışır mı?
NUR RİSALELERİNİN İSİMLERİNİ KOYMADA GARİP İDDİALAR : (S.12 -13)
Nur risalelerine Hz. Ali’nin, İmam Rabbanî’nin, Abdülkadir Geylânî’nin ad verdikleri iddiası ileri sürülmektedir. Meselâ: Hz. Ali’ye Nisbet edilen Celcelutiye risalesinde (Asayı Musa) tabiri kullanılmış olmasından dolayı, bunu okuyan Said Nursî, bu tabiri bir kitabına ad vermiş ve onun mukaddimesinde Hz. Ali’nin bu kitabı o sözle haber vermiş olduğunu yazmıştır ki, bu, ciddiyetle ve ilimle telif edilemez. Bu telâkkiler tasavvufi – batıni bir görüş tarzıdır, îlim erbabınca doğru görülemez. Çünkü, gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez. Her mü’mine ilham vaki olması mümkündür. Yalnız ilhama mazhar olan kimsenin bunun kendisine mahsus kalması ve başkaları için hiç bir surette itikada ve ibadete delil olmaması üzerine ötedenberi ulemanın ittifakı bulunmaktadır. İlham ve kanaatler şahsîdir.
(Sikkeyi tasdik-i gaybî) adlı kitabında (Arap harfleriyle teksir S. 91-92) de nur talebelerinden Ahmed Nazif, Hz. Ali’nin (Keramet-i gaybiye) sinde Risale-i Nur’a (Sıracü-n-nur) adının verildiğini iddia eder ki, aynı garabettedir. Kur’ân-ı Kerîm’de (Sırâcen münîrâ) yâni: «Aydınlatıcı çerağ» deyimi, Peygamberimiz (S.A.S.) hakkında varid olmuş bir vasıftır. Bunun risale-i nura atfedilmesi yersiz ve indî bir tevcih olur. Bu eserde umumiyetle ifade edilen görüşler bâzı tasavvufî-batınî te’villere dayanmaktadır. Bu gibi teviller, âlimlerince hoş karşılanmamış ve âyetlerin böyle usûl dışında tevillere uğratılması da hiç bir zaman doğru görülmemiştir.
Onuncu hicrî asırda gelen ve o asrın müceddidi sayılan İmam Rabbânî’nin (Mektubat) adlı kitabında (Bediûzzaman) deyimi bulunduğu ve bunu Said Nursî’nin benimsediği aynı lâkap dolayısiyle tefe’ül ettiğine istinaden talebeleri bunu bir tefahur vesilesi yapmışlardır ki, gülünç bir iddiadır.
NUR RİSALELERİNİN ARŞ-I A’ZAM’DAN İNDİĞİ İDDİASINDAKİ CÜR’ET VE KİTAB’A, SÜNNET’E DAYANMAYAN AKIL DIŞI TEVİLLERİ : (S.14-15)
Risale-i Nûr’un yüceliği hakkında propaganda o dereceye vardırılmış ki, (Zülfikar) risalesinde: «Bu hüccetler ve talimatın, bu kelimat ve teşbihatın Arş-ı A’zam’dan indiği muhakkak…» gibi; son derece sınırsız iddialarla semavî kitaplar arasına sokulmak istenmiştir. Bu kitapta, kelimat ve tebligatın Arş-ı A’zam’dan indiği hakkındaki izah, ifadenin ilhama dayandığını açığa vurmak gayesini gütmektedir. Vahyin Kur’ân-ı Kerîme mahsus bulunduğu ve Hz. Peygamber’den başkasına ait ilhamın delil olmayacağı için böylece bir tutum din ilmince doğru görülemez. Bu gibi uygunsuz ifadeler ötedenberi Batınîlerce benimsenmişti.
Böyle aşırı tevillerin bulunduğu (Sikke-i tasdik-i gaybî) eserinin baş tarafında, birinci sayfadan evvel, bizzat kendisi tarafından «Eski medreslerde 5-10 seneye mukabil, inşallah Nur medreseleri 5-10 haftada aynı neticeyi temin edecek ve 20 senedir ediyor.» denilmektedir. Böyle bir şeye imkân var mıdır? Bu zihniyet, Peygamberimiz’in «Beşikten mezara kadar ilim öğrenin» sözüne uymadığı gibi, İslâmî tahsile de bir suikast olmaz mı? Yine aynı eserde «Bu kitabın neşrine çalışılması, dehşetli günahlara kefaret ve gelecek müthiş belâlara ve anarşistliğe bir set olacağı…» yazılmakta, 41. sayfada:
«Kalp, istiyor ki şu defineleri, gizli olan lem’alan göstereyim. Fakat ne yapayını ki makam kaldırmıyor…» gibi megalomaniye kaçan sözlere rastlanmaktadır. Bu temsiller gerçekle ilgisi olmayan bir takım garip iddialardır.
SAİD NURSÎ ASR-I SAADETTEN SONRAKİ DEVRİN EN BÜYÜK ÂLİMİ İMİŞ! : (S.15-16)
(Ankara Üniversitesinde konferans) adlı risalenin 9. sayfasında: «Asrı saadet hariç, İslâm Âlemi böyle bir âlim yetiştirmemiştir.» denilmektedir/ İslâm fıkhını derlemiş ve Müslümanlara bu hususta önder olmuş dört büyük mezhep imamiyle İslâm İnancını dağınıklıktan koruyan iki âlim, yani Ehl-i Sünnet’in itikatta iki büyük imanını, Ebû Mansur Mâturîdî ve Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’yi bile küçümsemiş olan yazı sahibi, bunlardan sonra asırlar boyunca gelen ve Hüccetü’l-İslâm, Şemsü’l-Eimme, Sadru’ş-Şerîa, Sultânü’l-Ulemâ vesaire gibi şerefli lâkaplarla yüceltilmiş, yahut isimlerini bütün Müslümanların, hatta Batı âlimlerinin hürmetle andığı büyük mütefikkirleri, meşhur âlimleri büsbütün unutmuş bulunmaktadır. Fahruddîn-i Râzî, Sa’deddîn-i Teftâzânî, Seyyid Şerif Cürcânî, Muhyiddin-i Arabi, Zemahşerî, Aliyyülkari, Süyûtî, İbn Kayyım, İbn Teymiye, Âlûsî gibi ölmez eserler meydana getiren bu âlimler bunu yazanın meçhulü müdür? Bunların içinde eserleri 400 ü aşanları vardır. Nur talebelerinin, bu değerli âlimleri hiçe sayması kadar abes bir şey tasavvur olunamaz.
Görülüyor ki bu eserdeki beyanlarda Said Nursi’nin, Asr-ı Saadet’ten sonra yetişen bunca âlim ve müçtehitlerden üstün görülmesi, hakikatlare aykırı bir düşünüş tarzıdır.
NUR TALEBELERİNİ İSLÂMÎ ESASLARA UYMAYAN TE’VİLLERİ : (S.16-17)
İslâmî esaslara uygun düşmeyen sınırsız, aşırı üslûp, hususiyle Nur talebelerinin seçtikleri ifade tarzıdır. Bu yolla Said Nursî’yi en büyük müceddit tanıyan Nur talebeleri (Fihrist) mecmuasının sonundaki takrizde şöyle derler:
«Ehl-i kalbin lâtîf keşiflerinden birisi de: beklenilen zât bir kitap yazacak, geçmişte hiç kimse ona benzer bir kitap yazmıyacaktır. Elhak, Risale-i Nur, bunun güneş gibi delilidir. Evet onun şakirtleri kat’iyyen îman ediyorlar ki, şimdiye kadar böyle eser görülmemiştir ve kıyamete kadar yazılmıyacaktır. Ehl-i keşif o nur’un tercümanı olan zatı nuranî (mescûnün-nisa) yâni müteehhil bulunmayacak, ihtiyar yaşta olacak… diye bahsediyorlar. Bu tevafukun her halde başka şekilde izah ve tefsirine ihtiyaç yoktur. Maziden, yâni bulundukları zamandan istikbale nazar eden ve bu zamanın halini tarassud eden ehl-i keşfin, keşfe müstenit daha çok beyanları vardır. Kısa keserek sizi onlara bırakıyoruz, îşte Risale-i Nûr’u yalnız ben medh etmiyorum, onu Hz. Kur’an medhediyor, Hz. Ali methediyor. Gavs-i a’zam methediyor, Hz. Murtaza Celcelutiyesinde Risale-i Nur’a (bedî) diyor.
Şu halde elbette ki o (Bedîuzzaman) dır, (Fahrü’d-devran’dır).»
Görüldüğü gibi (Nur şakirtleri kat’iyyen îman ediyorlar ki) sözü ile Said Nursî ve onun eserlerini Kur’-ân’ın, Hz. Ali’nin ve diğer büyüklerin methine mazhar kılarak yapılan tevcihler, daha da ileri gidilerek, Kur’ân-ı Kerim’deki 100 e yakın âyetin ebcet hesabiyle Said Nursî’ye, lâkabına, risalelerine tarih düşürülmesi suretiyle isbat edilmeye çalışılmaktadır. Tılsımlar kitabında 189-190, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de 41-95. Ahmed Fevzi’nin Maidetü’l-Kur’ân’ında 173-191 inci sayfalar, böyle yersiz, sınırsız tevafuklarla doludur. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’in gerçeklerini Said Nursî’ye yönelten zorlamalardır. Hakikatle hiç bir ilgisi olmadığı gibi Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun tefsir usulüne bir tecavüzdür ve daha önce de belirtildiği gibi Batınîlerin maksatlarına ulaşmak için yürüdükleri yoldur. Yukarıda gösterilen mecmuada Bedîuzzaman kelimesinin çıkışına ve Said Nursî’nin şahsına dair yazılar, aşırı bir sevgi sonucunda müritlerin şeyhlerine, bazı talebelerin hocalarına gösterdikleri sınırsız ifratçı tazimleri ifade ediyorsa, da, Hurufîlik yoluyla âyetlerden mana çıkarılması da Kur’ân’ı anlamadaki kaide ve usul lere taban tabana aykırıdır. Bilinmiş olmalı ki, âyet-i kerîmeler böyle keyfî tasarruf mevzuu olmak için nazil olmuş değildir. Mahzâ hidayet olan Kitâb-ı Mübîn’i, hakikatlerini böyle bir yolla açıklamak yüce dinin usulüne aykırıdır.
NETİCE (22-24)
Netice olarak: Nur Risaleleri Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinden bazı itikat ve îman meselelerini ele almış, yalnız bunlarda tefsir usulüne uymayan indî hatta keyfî bazı tevilllere geçmekle zihinlerde teşevvüşler meydana getirmiştir. Said Nursî imam Rabbanî, Abdulkadir Geylânî ve diğerleriyle kıyaslanarak hepsinin üstünde sayılmış ve bu bazı garip ifadelerle’ belirtilmiştir.
Nurcuların inanış ve telâkkileri, İslâm Dini’nin Kur-ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyedeki kaide ve formüllerine uymayan bir akide tarzı olmuştur. Nurculuk dinî meselelerde işi çığırından çıkaran bir istismara ilâveten millî ve içtimaî konularda da birlik fikrini baltalayan bir zihniyeti temsil etmiştir. Risalelerde gösterilen sırf dinî ifadeler bile yapılan aşın teviller ve keyfî görüşlerle, yukarıda örnekleriyle gösterildiği gibi manevî, millî bütünlüğümüzü bozan, gerçek ittikayı gölgeleyen bir hal almıştır. Bu Risaleleri okuyanlar, kendilerini bütün müslümanlardan üstün görmüşler, yalnız ve yalnız Nurcu olanları cennete ehil, Nur Risalelerini günahlara keffaret saymışlar ve netice olarak da Nur Risalelerini okumayı bir ibadet haline getirmişlerdir.
Ey müslüman kardeş! Dine yararlı telif ve irşatta bulunanlar Peygamberimiz’in hizmetkârları durumunda ‘oldukları için, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’e hitap edilmiş âyetleri onların şahsına atfetmek yakışık almaz. Böyle bir telâkkimi benimsemek de Müslüman tevazuuna sığmaz.
Said Nursî’ye uyanlar Nurcu ise, diğer müslümanlar zulmetçi midir? Esasen Nur, Kur’ân’ın dır. Kur’ân ise bütün Müslümanlarındır. Hatta Kur’ân bütün âleme gelmiştir. Bir Batılı da, bir uzak Doğulu da ondan feyz alacaktır. Nasıl ki vaktiyle Endülüs, Kur’ân sayesinde bütün Avrupaya ilim menbaı olmuştu, îbn-i Rüşd’ün eserlerini okuyan Hıristiyan din adamları Katolikliğe karşı isyan ederek Protestanlığı ihdas etmişlerdi. Bugün bütün dünyada önem verilen içtimaî munâvenetin teşkilâtlandırılması hususunda vaktiyle Batı memleketlerinde yapılmış ilk teklif, Endülüs’teki zekât tatbikatını gören bir İspanyol âlimi tarafından olmuştu.
Hülâsa: Kur’âni-ı Kerîm bütün insanlığın hidayet rehberidir. Asırlar boyunca îslâm âlimlerinin yazdığı eserlerin toplamı dahi Kur’ân’ın hakkiyle tefsirini başarmış değildir. Her biri kendi istidat ve ihtisası olan cihette bir özellik gösterebilmiştir, diğer taraflarda basit kalmıştır. Hal böyle iken, Nur Risalelerini Kur’ân’ın en mükemmel bir tefsiri addetmek Allah kelâmının kıyamete kadar, ondan sonra olacak şeylere ve bütün ilimlere şümulünü bilememek demektir.
Nurcuların bu gerçeği bilmemelerine imkân yoktur. Onların bizden ayrı kalmasını değil Peygamberimizin (Livâülhamd) adı verilen maneviyât sancağı altındaki birlik ve beraberlik içinde olmalarını dileriz. Livâülhamd = Hamd sancağı, kâinatta mevcut her şeyde Allah’ın yaratıcı sıfat, kudret ve bilgisini görüp takdir edebilen olgun zihniyeti temsil eder. Kur’ân’ın dünyaya hidayet feyzini yaymak için yegâne başarı imkânı, din ve ilmin müstakilen zihinde birbirine refakat edebilmesindedir ki, bu yol Livaülhamd’inj altına giden yoldur. Göklerde ve Arz’da her ne varsa, hepsinin insana müsahhar kılındığı Kur’an’da bize bildirilmiştir. Bu muazzam: nimeti kavrıyacak ilmî olgunluğa ancak bu suretle ulaşılabilir. O halde metodumuz bir insanın mahdut idrakini ve mahdut görgüsünü kabullenip onunla yetinmek değil, günden güne zenginleşen ve yükselen ilmî idrak ile Allah Kelâmının manasını değerlendirmek ve böylece dünya münevverlerinin îmanına imkânlar hazırlamaktır. Asıl faydalı olan bu yoldaki hizmettir. Kendi birliğimizi ve dirliğimizi bozan ayırıcılık ve mahdut bir fikre saplanıp kalmak, zararlı bir zihniyettir.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1964, Resimli Posta Matbaası