“Ben dahi risalelerde kalem oynatamıyorken” mealinde bir sözü kullanmış Said Nursi..
Ayrıca pek çok sözüne delil olarak da Ayet ve Hadisleri ve geçmiş Ehli Sünnet ulemasının eserlerini değil de “Kalbime öyle geldi ki” ve “kalbime ihtar edildi ki” şeklinde kelimeleri kullanmış.
Kalbe gelen ilhamlar şeytandan da olabilir, nefsi de olabilir.
Kalbe gelen ilhamlar da, görülen rüyalar da asla ilmi bir delil kabul edilemez.
Hiçbir gerçek alimin bunları delil diye açıkladığını, yazdığını göremezsiniz…
Yani, bir kişinin ilmi bir mesele hakkında “Ben rüyamda da şöyle gördüm” demesi veya “Kalbime de şöyle geldi” demesi hiç bir Müslümanı bağlamaz. Aklı selim hiç bir samimi Müslüman bu üslubu kullanarak açıklama yapanlara itibar etmez.
Elbetteki Allahü teala sevdiği kullarının kalbine ilham edebilir ve onlara rüya aleminde bir takım hakikatleri bildirebilir ama bu sadece o kişi için delildir. Böyle fazıl, salih kimseler dahi meseleleri izah ederken Kur’an ayetlerine ve Sahih hadislere dayanmalıdır.
Şu alemde her devirde bir tane olan “Kutbul aktab ” denilen ve “Varisi Rasul” olan, peygamber varisi olan ulema, evliya zat dahi, her hangi bir ilmi meseleyi Kur’an ve Sünnetten delilleri ile açıklamak zorundadır ve bu zatlar 1400 küsür senedir hep böyle yapmışlardır. Hiçbir zaman rüyalarını ve kalbe gelen manaları, ilhamları delil olarak göstermemişlerdir.
Bu hususta gerçek ehl-i sünnet alimlerinin çok ikazları olmuştur. İkinci bin yılın Müceddidi olan İmam-ı Rabbani (k.s.) da Mektubat isimli eserinde bu konuda bütün Müslümanları uyarmıştır.
Öyle ya ben nereden bilebilirim ki senin kalbine öyle gelip gelmediğini ve geldiyse bunun gerçekten Allah tarafından mı ilham edildiğini yoksa şeytani bir vesvese mi olduğunu?
Bu gözle bakıldığında “Yüzde doksanı kalbe geldiği iddia edilen ilhamlara dayanan Risale-i Nurlar İlahi kitap, Said Nursi’de İlahi vahye muhatap olan bir Mesih(kurtarıcı peygamber) mi yapılmak istenmiştir, bu gün onun bağlılarının apaçık ayetleri inkar ederek Hristiyanları bu derece sevmesi, dost ilan etmesi, Cennetlik ilan etmesi, Müslüman İseviler demesi ve Risaleleri Kur’an’ın önüne koymaları, Kur’an’ı ikinci plana atmaları da bu planın parçalarından mıdır?” sorusu ister istemez akılları kurcalamaktadır.
Bakın tasavvuf erbabı İlham meselesinde neler demişler;
“Seyr-i sülûk esnasında insan çeşitli aşamalar kat eder. Bu aşamaların en tehlikelilerinden biri de nefs-i mülheme makâmıdır. Bu makamda bulunan kişi ilhâma mazhar olmuştur, ancak kalbine gelen bu ilhâmlar Rabbânî olabileceği gibi şeytânî de olabilir. Kişi bunları tek başına ayırt edemez ve şeytandan gelen fısıltılara aldanabilir. Bu noktada bir mürşidin kılavuzluğuna başvurmak gerekir. Kişi bu sayede şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulur.”
Peki Said Nursi’nin böyle bir tehlike halinde yardım alabileceği mürşidi kim? Tabii ki kimse… Daha, zahiri (akli) ilimlerde üstadları Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi Masonlar olan Said Nursi’nin zaten batında yani manevi anlamda bağlı olduğu bir mürşidi kamili veya devamı olduğu, kendisinin de bağlı olduğu bir silsilesi yok ki?
İLHAM’ın İslamdaki Kaynak Değeri ve Bağlayıcılığı Hakkında…
Bilgi edinme yollarının belirlenmesi, akidevî bir konu olduğundan akaid kitaplarında ele alınmış, bilgi edinme vasıtaları sıralanmıştır. İlhamın ise bunlardan olmadığı beyan edilmiştir:
Ömer Nesefî, Metnü’l-Akaid’de şöyle der:İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir.
Pezdevî de, Ehl-i Sünnet Akaidi’nde ilim sebeplerini sıraladıktan sonra şunları söyler:İlhamla bilgi meydana gelmesine gelince: Bu nasıl olur?… İlhamla bilgi hâsıl olduğunu iddia edenin davası burhandan yoksundur. Eğer bir kimse: “Şu şeyin helâl olduğuna dair Allah Tealâ bana ilham ederek kalbimde bilgi hasıl oldu” derse, ona denecek şudur:
“Sen sözünde yalan söylüyorsun”, ayrıca onun doğruluğunu gösteren bir delil yoktur. Aynı şekilde bir başkası da, bunun haram olduğunu Allah’ın kendisine ilham ettiğini söyleyebilir. O hâlde bu iki kişinin sözlerinden birini tercih için delil bulunmadığından, ikisi arasında anlaşmazlık vuku bulur ki, bu da fesada götürür.
Suiistimale açık olan ilham konusunu izah etmek, hak ilhamlar ile ilham diye yutturulmak istenen şatahat ve türrehatın arasını ayırmak, bunların farkını ortaya koymak gerekmektedir.
Kalbe gelen ilhamlar konusu başlı başına uzun bir ilmi meseledir. Lakin sabit olan şudur ki, Allah dostu olan gerçek velilere gelen Rabbani ilhamlar dahi diğer Müslümanlar için ilmi delil değildirler. Sadece o veli şahsı bağlar bu ilhamlar ve bu veliler bunları delil göstermezler, göstermediler…
Risale-i Nur’da bunun nasıl sui istimal edildiğine dair bir örnekle mevzumuzu tamamlayalım;
“Kur’anın nurundan gelen bir nur, ehl-i imana bir nokta-i istinad olacağını mana-yı işarî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdım. Sonra baktım ki; manasının münasebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevafuk emaresi olmasa da yine bu âyetler her asra baktığı gibi mana-yı işarî ile bizimle de konuşuyor kanaatım geldi.”
Asayı Musa 90, Birinci kısım, on birinci mesele,
Mehmet Fahri Sertkaya